ABİDİN YAĞMUR
Bizim kuşağı en çok etkileyen kitapların başında Ömer Seyfettin’in “Diyet”i gelirdi.
Konu bugünün insanıyla her devrin insanına basit gelir.
Özet geçiyorum:
Koca Ali adında bir demirci var. Buna bir gün hırsızlık iftirası atarlar. Şeriat hükümleri gereğince elinin bilekten kesilmesine hükmedilir.
Fakat biri çıkıp Ali’nin diyetini öder.
Ali o herifin dükkanında çalışır ama herif de dil zehir gibi. “Diyetini ben verdim” der durur Ali’ye.
Öyle mi öyle!
Ali’nin kafası atar bir gün, koyar elini kütüğün üstüne.
Kaldırır baltayı.
Küt diye vurur.
Bileğinden keser elini.
Kopuk eli atar herifin önüne:
“Al lan diyetini!”
*
Gazeteciliğe başlamamdan bir sene sonrası.
Abdullah Öcalan Suriye’den kaçtı, ülkeleri dolaşmaya başladı.
Türkiye de onun peşinde.
Toplum gergin.
Valilikten bir liste geldi gazeteye.
Geçmiş gün yalan olmasın, 52 kelimelik bir anahtar kelime listesi.
Konuyla ilgili haberler yazılırken o kelimeler kullanılacak.
Başka kelime kullanılırsa vali bey, savcı bey gereğini yapacak!
*
Fakat toplum o kadar gergin ki…
KESK gibi, DİSK gibi sendikalar da normal ekonomik hak, sendikal hak eylemi yapamıyor sokakta.
En ufak basın açıklamasına bile tahammül yok.
“Vurun PKK’lıya” diye saldırıyor birileri.
O haberi bile mesela o 52 kelimelik anahtar kelimeyle yazmak zorundasın.
*
Birkaç sene geçti…
Ahmet Kaya linçi başladı.
Çınar gazetesindeyim o zaman. Radyo Metropol’e gidiyorum çay içmeye.
İki polis belirdi kapıda.
Ellerinde kasetler.
Hayır olsun!
“Ahmet Kaya kasetlerini topluyoruz. Onun şarkılarını çalmak yasak”.
20.yüzyılın sonu, 21. Yüzyılın başı…
*
Beş on sene geçti…
Gezi olayları oldu.
Sokaklarda gösteriler var.
Göstericiler bir yandan, polis bir yandan.
“Şiddet kol geziyor” diye manşet attık bir gün.
Ertesi gün Hatay’da bir gencin öldürülmesi manşetti.
Sonra bir başka gencin ölümü.
Savcılığa bir çağırdılar her bir manşetin her bir kelimesini izah etmek zorunda kaldık.
*
Darbe girişiminden hemen sonra, OHAL zamanı.
“Savcılık çağırıyor” dediler.
Sebep belirsiz.
Meslek hayatımda ilk kez savcılığa gidiyor değilim, çok gittik ama OHAL döneminin ruhu farklı.
Korkmadım değil, korktum.
Evde bir kız çocuğu var, 3 yaşında daha.
Gazetenin mutfağına çağırdım Selma’yı.
“Selma” dedim. “Bu bankamatik kartında şu kadar para var. Şifresi de bu. Ben savcılığa gidiyorum. Gelmezsem Esra’ya ver. Beş on gün harçlık ederler hiç değilse…”
Selma’nın yüzü değişti.
Şaşırdı.
Ağlamaklı oldu.
Neyse ifademizi verdik, durumu anlattık savcı beye, muhbirin konuyu abarttığını o da kabul etti. Beni bıraktı ama muhbir kimdi, gazetenin hangi haberini ihbar etmişti, söylemedi.
*
Uzatmayalım…
Kendi halinde yerel gazeteciler olarak bizler, hep süt liman devirlerde yapmadık bu gazeteciliği. Kimi dönemler zordu, sıkıydı.
Fakat hiçbir zaman şimdi ki kadar zorlanmadık biz bu gazetecilikte.
Ne var dersen…
Ankara’nın iyice sıktığı cendere ile belediyelerin bize giydirmeye çalıştığı deli gömleği var!
Hem ne için, ne karşılığında?
Kamunun kesesinden üç beş liralık ilan veriyorlar ya, onun karşılığında.
Verdikleri para babalarının malı değil, kamunun parası, her bir gazeteciye de anasının ak sütü gibi helal ama insan bazen dayanamıyor.
Hani Ömer Seyfettin’in Diyet öyküsündeki gibi.
Kalemi kırıp şöyle diyesi geliyor:
“Al lan diyetini!”
kaynak:mersin yaşam