Münevver Özgenç yazdı: Kabul etmiyoruz- Tolere etmiyoruz- Vazgeçmiyoruz!
“…Varın, bin kurumla biraz da siz oyalanın o kurumun başında! Daha dün bulundu başından vurulmuş iki kadın cesedi; Adana’da yol kenarında. Biri yirmi dört, diğeri yirmi yedi yaşında! Nedir acaba bu tolerenin size göre alt sınırı, üst sınırı?…”
MÜNEVVER ÖZGENÇ
Kırk dereden su taşınsa arınamayacak pis kokuların ortalığa salındığı bugünlerde, elbette “enseyi karartmayalım.”
Bakın, doğa takviminden şaşıyor mu hiç; insanlık da yolunda ilerleyecek er geç…
Nüktelerin ustası Çetin Altan’a bir selam salalım önce;
Yeri geldikçe kullanmayı pek sevdiğim Deli Dılaca (*) hikâyelerinden biri, tam da bugünlük çünkü.
Kendi kaleminden aktaralım:
Deli Dılaca genç bir kızdır ve görücüler gelmiştir eve;
Deli Dılaca’ya:
-Kızım annen evde yok mu diye sorarlar.
Deli Dılaca’da :
– Komşuyla kavga etmeye gitti der.
-Neden kavga etmeye gitti?
-Komşular kuyularının içine yestehlediğimi iddia ediyorlar, annem de:
“Yok hayır, kuyunun içine yestehlemedi, kıyısına yestehledi, sonra ayağıyla itti içine” diyor. Saçsaça, başbaşa dövüşüyorlar şimdi.
Tüm kirli çamaşırlar ortaya! Kavga, döğüş, suçlama. İthamların, savuşturmaların bini bir para.
Feryat, figan, vaveyla!..
Yok, birinin oğlu Venezuela’dan gemi ile uyuşturucu getirmiş; iddia!
Yok, hayır, Venezueladan gemi ile uyuşturucu getirmemiş de, uyuşturucuyu önce peynir kaplarına koyup, sonra gemi ile getirmiş! Mesela…
“Tencere dibin kara; seninki benden kara”
Özlemini çektiğimiz çağdaş, özgür, eşitçe yaşamlara erişmek için, bu tür hesaplaşmalardan medet umacak değiliz ya!
Keşke, böylesi kirli çatlaklardan sızarak değil, gerçeğin peşinde; toplumsal bilinç ve çabamızla, hak- hukuk yolunda adalet arayışıyla, vicdan sesiyle bulsaydı yolunu, bu ülkede bütün sular.
Faili meçhul cinayetler, ulaşılamayan kayıplar, kanlı pusular!..
Ah ki, geçmiş içimizde bir kocaman yara…
Ortalık bu haldeyken, Çerçi başındakini çağırırmış hesabı; kadınların derdi bir başka:
Son dönemlerde hiç birisi yüzümüzü güldürmeyen, Kadından sorumlu Kadın Bakanlardan,gelen gideni aratıyor gerçekten.
Bir önceki -Zehra Zümrüt Selçuk- daha geçtiğimiz Martta; Kovid-19 salgını sürecinde kadınların şiddete maruz kalma riskinin arttığının altını çizip,
her şeyden önce bir insanlık suçu ve bir insan hakları meselesi olarak gördüğünü belirttiği, kadına yönelik şiddetle mücadeleyi “sıfır tolerans” ilkesi ile kararlılıkla sürdüreceğiz derken,
Çok geçmeden, dün bir, bugün iki; pandemi döneminde yaşanan bu artışı tolere edilebilir düzeyde bulmuş yerine gelen beriki!
TDK anlamıyla söylersek; Hoşgörülebilir, tahammül edilebilir, katlanabilir, kaldırılabilirmiş öyle mi?
Bu skandal açıklamayı yaptığınız toplantının adı da: TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Belirlenmesine İlişkin Araştırma Komisyonu imiş.
Bizler, kadına yönelik şiddetin sebebi: Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği. Kaynağı: Kadını erkekle bir ve eşit görmeyen Cinsiyet Ayrımcılığı. Çaresi: Tam olarak uygulanacak İstanbul Sözleşmesi derken;
Siz daha yolun başındasınız çok belli…
Varın, bin kurumla biraz da siz oyalanın o kurumun başında!
Daha dün bulundu başından vurulmuş iki kadın cesedi; Adana’da yol kenarında.
Biri yirmi dört, diğeri yirmi yedi yaşında!
Nedir acaba bu tolerenin size göre alt sınırı,üst sınırı?
Sorsak, kaç tekmeye, kaç bıçak darbesine, kaç kurşuna denk gelir karşılığı?
Günde kaç şiddet olayı, kaç kadın cinayeti?
Salgın sürecinde ne yazık ki hayat da, şiddet de evlere sığmazken:
Sizin de bir kadın olarak aynı gözlükten baktığınız:
Ayrımcılığı, şiddeti doğuran erkek egemen anlayışınızı kabul etmiyoruz!
Ne söylemlerinizi, ne de erkek şiddetinin hiç bir türünü Tolere etmiyoruz!